LÂL

Yazın ortasıydı. Güneşin yakıp kavurduğu bir gün. Orta yaşlarında bir kadın, meydanın ortasına oturmuş, bir öne bir arkaya doğru sallanıyordu. Yüzünün çizgilerine bütün ömrünü asmış gibiydi sanki. Rüzgârda uçuşan beyaz çarşaflar gibi, yüzüne değip duruyordu grileşmiş saçları.

Kara bir taş gibi bağrına bastırdığı çerçevede, bir süre önce kaybettiği oğlunun resmi vardı. Her gün bu meydandan gelip geçenler, onun varlığına çoktan alışmış,sanki hep orada duran bir heykelin önünden geçer gibi neredeyse bakmıyorlardı bile o yöne. İlk kez görenlerse, yanına sokulup,onunla konuşmaya, derdini anlamaya calışıyor, ya da az öteden fotoğrafını çekip,cep telefonlarına bir video kaydı olarak düşüyorlardı onu. O hariç, herkes kaldığı yerden devam ediyordu hayatına. Oğlunun öldüğü gün, ölmüştü.

Hayat, o gün durmuştu onun için. Varlığını bir kusur gibi, bir ceza gibi görüyor, hapsolduğu bedeninin ağırlığı altında eziliyordu yalnızca. Günlerce,sadece kendi yavrusuna değil, evlatlarını yitiren bütün annelerin yerine de ağlamış, sonra da bir dere yatağı gibi kuruyup kalmış, bir ateş topu gibi içine düşen acısıyla, lâl olmuştu sanki.

Bir yudum su içti. Sonra oturduğu yerden kalkarak, ayağa dikildi. Bir dağ gibi duruyordu şimdi olduğu yerde. Derin bir nefes aldı.Günlerdir kilitli bir sandık gibi kapalı duran ağzından, mırıl mırıl bir cümle döküldü, meydandaki güvercinlerin önüne.

Biraz bakıp gidecekti

Sesi kendine ait değildi sanki, yutkundu, elindeki resme bakıyordu. Dağılıp ortalığa saçılan tesbih taneleri gibi bir ah daha döküldü ağzından! İçine sığmıyordu artık. Kıpırdayan dudakları, ardına kadar açılmış bir kapıydı şimdi. Günlerdir içinde biriktirdiği ne varsa, önce usul usul, giderek oluk oluk ağzından çıkıyor, hayaya, suya, toprağa karışıyordu avaz avaz.

Ne yazık! Hiç acımayan bir kalbiniz var, incinmeyen, sızlamayan. Kabuk bağlayan bir yaranız yok ne acı! Öyle üryansınız ki kedersiz, bir baykuş kadar gamınız yok ne acı! Gözleriniz iki oyuk,iki kan çanağı.Yüzünüz hiç bir rengi taşımıyor, öyle korkunç. Sesinizde bir dağın yankısı yok ne acı!

Meydandan gelip geçenler, adımlarını yavaşlatmış, hatta kadının etrafında kümelenmeye başlamışlardı bile. Günlerdir bir taş gibi meydanın ortasında oturan bu kadın, sanki yeniden canlanmış, ete kemiğe bürünmüştü onların gözünde.Konuşuyordu kadın, konuşabiliyordu demek. Hepsi birden aralarında sanki söz birliği etmiş gibi, çıt çıkarmadan onu dinliyorlardı şimdi.

Biraz kalıp gidecekti! Biraz ekmek, biraz su, biraz yeşil, biraz mavi, biraz şiir, biraz kitap diyecekti. Gülecekti, ağlayacaktı, sevecekti biraz. Benim delikanlım da şikâyet edecekti belki hayattan, aman anne diyecekti daha, tamam anne diyecekti yine, ararım anne merak etme diyecekti. İyiyim iyiyim korkma!

Biraz bakıp gidecekti, dokunup geçecekti o da yeryüzüne. Yeriniz olsaydı eğer, diğerine de. Sevebilseydiniz eğer.

Biraz kalıp gidecekti!

Sustu!

Ne söylese boştu artık. Ömrünün ortasından,meydanın ortasına düşen çığlığı, güvercinlerin kanatlarında havalanmış, tüylerine yapışmış, döne döne insanların üzerine, ağaçların dallarına, çiçeklerin yapraklarına düşmüştü. Kendisine bakan meraklı, şaşkın, üzgün gözlerin içinden bir yol aradı kendine. Bir yol olmalıydı, bir yolu olmalıydı sevginin, barışın, umudun.

Elini havaya kaldırdı “Allahaısmarladık” der gibi sanki meydandakilere.

Güvercinlere baktı bir kez daha.

Adımlarını sürükleyerek gitti…

Gül Yurtsever

About the author

Related